15 Haziran 2012 Cuma

MİTOLOJİ ve ASTROLOJİ Aracılığıyla, MUCİZE, YANILGI, VİCDAN ve UMUT'un DOĞASI HAKKINDA...


Mitolojiye göre Dünya nasıl doğmuştur bilir misiniz?  Evrensel bilinç bir yıldırım (Uranüs) olup maddeye (Gaia/Toprak) değer ve gebe bırakır. Ama  çocuklarının ayrı bedenler kazanmasına ve ayrı bilinçler olarak yaşamalarına izin vermek istemez - efsaneye göre Uranüs çocuklarını yer yüzüne çıkartmamakta  - tıpkı Rabbin Melekleri gibi kendi hükmüne ve varlığına bağlı kıldığı gibi – onları kendi belirlediği sınırlara tabi kılmaktadır-.  Ne var ki, bu çocuklardan Satürn - Felek de diyen olur ona Kader de kimileri de Şeytan olduğuna hükmeder – babasına baş kaldırır ve testislerini kesip okyanus atar!  Böylece onu yaratıcılığın kaynağı ve hükmün sahibi olmaktan AKLINCA men eder…   

Satürn kendine bir krallık kurar. Burası teklik değil, kesret alemidir ve bu boyutta  ‘’zaman ve mekanın’’ hükmü geçerlidir. Artık ‘’ayrı’’ bir bilinçle davrandığı için kendine rakip istemez. O yüzden çocuklarını da, yutmaya başlar. Ancak evrenin ona bir sürprizi olacaktır! Kızkardeşi ve eşi olan merhametli Rhea, bir çocuğu ondan saklar. Bu sürpriz varis Jüpiter ya da Zeus olarak bilinir. Yaratan’ın Cömert Elini, Umudu ve Bilgeliği temsil eder mitolojide.  Kendisine sadık bir eş olarak (Hera/Juno) verilir. Böyle başlar mitolojide Olimpos Tanrılarının devri…  

Satürn yer altına çekilir ve tahtı Zeus’a terkeder etmesine, ama lanetini de savurur! Zamana ve mekana bağlı olmak Titan denilen büyük tanrılar devrini bitirmiş, yerine insanlarla içiçe yaşayan ve onlar gibi acı çekip dünya meseleleriyle hercü merç olan bir nesil gelmiştir…  Jüpiter Hera’ya pek sadık kalmaz. Hera’da kinci ve intikamcı bir kadın olur çıkar. Olimpos Dallas’a döner… Bu ikide bir ters düz dönen ve ortalığı karıştıran Marslar Merkürler filan hep bu yeni neslin temsilcileridir J

Kutsal bilgilere göre ise Rab, Adem’e zaman ve mekan aleminin çamurundan – madde bileşkesinden – bir beden vermiş,  içine bir kalp koymuş ve ona böylelikle can vermiş, ona ruhundan üflemiş ve bilinç yüklemiş, sonra da sana eş kıldığım bu suretin içinde huzurla yaşa, yoldan çıkma diye emir vermiştir. Ama beden – dişi unsur, madde, kabul eden, sabitleyen -  boyun eğmek şöyle dursun, insanı  – eril unsur, bilinç, akan, hedefe yönelen - yoldan çıkartmıştır!  Yaradan’a değil, Yanıltan’a uymuştur J İncil’deki hikayede de Adem, Şeytan’ın fısıltısına uyan eşi Havva ile bir olup, emre karşı gelmez mi…? Ve insan nesli yani dünya yüzünde can bulan tüm nefisler bu başkaldırıdan doğmaz mı…?

İşte o gün bu gündür, bilinçten kopan hiçbir nefs bilmez ‘’nereden’’ olduğunu, bedeninin aynı zamanda içinde ruhuna secde etmek için verilmiş bir ibadethane olduğunu bilmez… Bir ömür, hem kendisini, hem kıblesini, hem ibadethanesini, hem de başka bedenlerdeki ‘’eşini’’ arar ha arar…
Bu arayışın hikayesidir Doğum Haritamız! Ve doğduğumuz an herşey yukarıda nasılsa, aşağıda da öyledir…

Doğum dediğimiz şey, Rabbin nefesinin maddeye bürünmesi ve bir beden aracılığıyla zaman ve mekan alemine çıkmasıdır.  Her insanın doğum anı, doğum haritasında Güneş’in yeri ile sabittir.  Zaten o da, kendini Güneş yani ‘’dünyanın ve yaşadığı sistemin merkezi’’ zanneder!  Ne olsa kendine bilir… Ne yapsa kendinden bilir…  Maddeden doğmuş ve Rab’den aldığı ışığı Dünyaya yansıtmak için tasarlanmıştır.  Ancak bu aymazlık hali içersinde elle tutup gözle gördüğü şey ‘’beden’’ olduğu için, kendisini Yaratan’a değil, Yanıltan’a kulak vermeye pek yatkındır…

Yanıltan, bizi nasıl mı yanıltır J

Bir beden sahibi olmanın verdiği hislerle yani Ay’la yanıltır; Hislerimizi biz zannederiz! Oysa, onlar bizi bilinçten perdeleyen zanlardır.

Zihinle yani, Merkür’le yanıltır; Algılarımızı ‘’gerçek’’ zannederiz! Elle tutulup gözle görülen, somut değerlerden hareket ettiğimizi ileri sürerek böbürlenir ve kendi aklımızı kimseninkine değişmeyiz üstelik!

Hırs’la yani Mars’la yanıltır; Zaman ve mekanla sınırlı olduğu için bilincimiz ölüm korkusuyla maluldür! Ayrılık, onu sonsuzluk ve tamlıktan kopardığı için, tek başına varlığını nasıl devam ettirebileceğinin kaygısına düşmüştür ve hep bir savunma-saldırı mekanizması ile hayatta kalmaya çalışır! Onu vareden bu mekan ve içinde yol aldığı zaman aynı zamanda onu tehdit eden unsurlarla doludur. Hayatı boşuna bir ‘’mücadele’’ olarak görmez şu insan…

Arzuyla ve hazla, yani Venüs’le yanıltır; bu hikayenin en ‘’seksi’’ yanıdır! Hatırlarsanız, Uranüs’ün yani Evrensel Bilincin testislerini kesip okyanusa atar Satürn. Gelgelelim o testislerin saçtığı yaratıcı tohumlardan Venüs ya da Afrodit doğar! Aslı itibariyle, Yaratıcı İlham’dır ya da İlahi Aşk’tır… İnsanlara peşlerinden koşacakları bir amaç, kendilerini adayacakları bir sebep verir…  Ne var ki, madde alemine kapılmış insan neyi beğense ona sahip olmak ister, yokluk korkusuyla yaşadığı için neye sahip olsa hem tutmak hem çoğaltmak, hem de ihtiyacının üzerinde tüketmek ister, ne zaman bir ilham alıp bir güzellik ya da işe yarar birşey üretse onu malı olarak görür başkalarından sakınmak ve akışını yolunu belirlemek ister, neye sahip olamasa veya elden kaçırsa onu kıskanır ve yoketmek ister…

İşte tam bu aşamada ortalık Merkür  ile yapılan planlar, Ay ile düşülen heyecan ve hezeyanlar, Mars ile girişilen mücadelere boğulur… Aynı nefesten, aynı çamurdan, aynı kaburga kemiğinden üremiş olanların hepsi, Yaratıcı İlham’dan gelen güzellik ve bolluğa sahip olmak için duydukları arzuların, tutkuların ve hırsların pençesinde zamanla, mekanla ve birbirleriyle savaş ederler. Uygarlık tarihi dediğimiz hikaye, bu temanın farklı kurgularla kendini tekrar ettiği bir masallar dizisi değil midir?
Güneş, Ay, Merkür, Mars ve Venüs’e içsel gezegenler denmesinin sebebi, BENLİK duygusunun şekillenmesine birebir katkıda bulunmaları yüzündendir.

Dışsal gezegenler dediğimiz Uranüs, Pluto, Neptün, Satürn, Chiron ise mitolojide birinci nesil tanrılar olarak geçen Titanlardır.  Astrolojide bu gezegenler bizim rehberlerimiz ve öğretmenlerimizdir. BENLİK algımızı yeniden yapılandırmamıza yardımcı olurlar. Hem içsel gezegenlerle yaptıkları açılarla onların titreşimini belirlerler, hem de zaman içinde haritaya yaptıkları transitlerle bizi sınavlardan geçirirler. Metatron, Azrail, Mikail, Cebrail gibi melekleri fazlasıyla andıran misyonları vardır… Çözünme ve Rabbin  birliği içinde yokolmayı temsil eden, imanlı ve kendini feda misyonunu birebir üstlenmiş görünen Neptün, adeta İsa enerjisinin birebir tarifi gibidir…

İnsan hep hikayesinin nereye varacağını bilmek ister! Nereden geldiyse oraya varacaktır… Ama ister ki, kayda değer bir izi olsun zaman ve mekan aleminde. Herşeyi kendinde biriktirmek, kendine mal etmek, kendiyle sınırlamak, kendine göre şekillendirmek ister. Oysa ‘’Yanıltan’’ ve bu mekanın efendisi olduğunu her fırsatta bize hissettiren Satürn, ya da ZAMAN bize en büyük dersi – Jüpiter’in gelip kendisinin gözden düşmesi ile öğrendiği dersi – öğretir; ‘’Sen ne plan yaparsan yap, Evren’in daima seninkinden daha üstün bir planı vardır!’’

Uranüs’ün bir yıldırımı, bütün planları alt üst etmeye yeter! Tahmin edilemezlik faktörü her zaman hayatın bir parçası olacaktır. ‘’Felaket’’ dediğimiz şeylerin, ne ‘’Mucize’’lere gebe olduğunu, hangi acıların içinde Rabbin şefkatli elinin gizlendiğini görmez bizim zaman ve mekanla bağlı gözlerimiz…
Venüs bizi cezbeder, Satürn bizi yorar, Pluto bizi çizer, biz Mars’a sığınıp kükreriz! Ya da Ay olup çekiliriz köşemize, depresyona gireriz. Reddederiz ışığı almayı ve yansıtmayı…

Bir Chiron vardır hepimizin haritasında… Hepimiz türlü acı çeker, ve bu acılar sayesinde başkalarının halinden anlar, gönül dilinden bilir, mağrur hallerimiz için de az da olsa eğik dururuz!  Ama bazılarımız da acıyı bir beden yapıp tutunur ona sımsıkı… Ne de olsa acı gerçektir, tanıdıktır! Bizi ‘’yanıltmaz’’ mutluluk gibi…

Ama her haritada bir Neptün olduğu gibi, her insanın içinde de bir ‘’Vicdan’’ vardır… Bazen bir kahraman çıkartır içimizden, bazen bir şefkat timsali… Gerçi yapar eder, sonra umduğumu bulamadım deyip pişman oluruz! ‘’Karşılıksız’’ sevgiyi taşımak – hatta değil vermek, bazen almak, sindirmek, kadrini kıymetini bilmek dahi -  zor gelir… Bulduk mu yere atar, üstünde tepiniriz J Sonra bir boşluk hissederiz etrafımızda… Onun kabahatini dahi küstürdüğümüz ele yükleriz!

Yine de, bir hikayenin dersini anlamak için, daima çıkış noktasına bakmak gerekir! Bu alemde Yaratan'ın varis tuttuğu ilk kişi, Adem ya da Jüpiter’dir! Yoldan çıkmaya yatkındır insan da tıpkı ‘’Babası’’ gibi. Ama içinde gerçeğin tohumları ekilidir. Jüpiter’in temsil ettiği Umut ve Bilgelik’tir bu dünyanın en güzel mevyası… Ona sırtımızı döndüğümüz, o tohumları büyütüp yeşertmeyi, onların meyvalarıyla  kendimizi ve başkalarını beslemeyi reddetiğimiz zaman, yolu kaybederiz.

Vicdan'ın sesi içimizden, Umud'un ışığı yolunuzdan eksik olmasın… 

Ümit Yaşar OĞUZCAN'ın muhteşem sözleriyle Avni ANIL bestelemiş... Nesrin SİPAHİ de şakımış;

''Bir Ateş'im Yanarım
Külüm Yok Dumanınm Yok
Sen Yoksan Mekanım Belli Değil
Zamanım Yok
Fırtınalar İçinde Beni Yalnız Bırakma
Benim Senden Başka Sığınacak Limanım Yok''





Hiç yorum yok: