Mitolojiye göre Dünya
nasıl doğmuştur bilir misiniz? Evrensel
bilinç bir yıldırım (Uranüs) olup maddeye (Gaia/Toprak) değer ve gebe bırakır. Ama
çocuklarının ayrı bedenler kazanmasına
ve ayrı bilinçler olarak yaşamalarına izin vermek istemez - efsaneye göre
Uranüs çocuklarını yer yüzüne çıkartmamakta
- tıpkı Rabbin Melekleri gibi kendi hükmüne ve varlığına bağlı kıldığı
gibi – onları kendi belirlediği sınırlara tabi kılmaktadır-. Ne var ki, bu çocuklardan Satürn - Felek de
diyen olur ona Kader de kimileri de Şeytan olduğuna hükmeder – babasına baş
kaldırır ve testislerini kesip okyanus atar! Böylece onu yaratıcılığın kaynağı ve hükmün
sahibi olmaktan AKLINCA men eder…
Satürn kendine bir
krallık kurar. Burası teklik değil, kesret alemidir ve bu boyutta ‘’zaman ve mekanın’’ hükmü geçerlidir. Artık ‘’ayrı’’
bir bilinçle davrandığı için kendine rakip istemez. O yüzden çocuklarını da, yutmaya
başlar. Ancak evrenin ona bir sürprizi olacaktır! Kızkardeşi ve eşi olan merhametli
Rhea, bir çocuğu ondan saklar. Bu sürpriz varis Jüpiter ya da Zeus olarak
bilinir. Yaratan’ın Cömert Elini, Umudu ve Bilgeliği temsil eder mitolojide. Kendisine sadık bir eş olarak (Hera/Juno) verilir.
Böyle başlar mitolojide Olimpos Tanrılarının devri…
Satürn yer altına
çekilir ve tahtı Zeus’a terkeder etmesine, ama lanetini de savurur! Zamana ve
mekana bağlı olmak Titan denilen büyük tanrılar devrini bitirmiş, yerine
insanlarla içiçe yaşayan ve onlar gibi acı çekip dünya meseleleriyle hercü merç
olan bir nesil gelmiştir… Jüpiter Hera’ya
pek sadık kalmaz. Hera’da kinci ve intikamcı bir kadın olur çıkar. Olimpos Dallas’a
döner… Bu ikide bir ters düz dönen ve ortalığı karıştıran Marslar Merkürler
filan hep bu yeni neslin temsilcileridir J
Kutsal bilgilere
göre ise Rab, Adem’e zaman ve mekan aleminin çamurundan – madde bileşkesinden –
bir beden vermiş, içine bir kalp koymuş ve
ona böylelikle can vermiş, ona ruhundan üflemiş ve bilinç yüklemiş, sonra da sana
eş kıldığım bu suretin içinde huzurla yaşa, yoldan çıkma diye emir vermiştir. Ama
beden – dişi unsur, madde, kabul eden, sabitleyen - boyun eğmek şöyle dursun, insanı – eril unsur, bilinç, akan, hedefe yönelen - yoldan
çıkartmıştır! Yaradan’a değil, Yanıltan’a
uymuştur J İncil’deki
hikayede de Adem, Şeytan’ın fısıltısına uyan eşi Havva ile bir olup, emre karşı
gelmez mi…? Ve insan nesli yani dünya yüzünde can bulan tüm nefisler bu
başkaldırıdan doğmaz mı…?
İşte o gün bu
gündür, bilinçten kopan hiçbir nefs bilmez ‘’nereden’’ olduğunu, bedeninin aynı
zamanda içinde ruhuna secde etmek için verilmiş bir ibadethane olduğunu bilmez…
Bir ömür, hem kendisini, hem kıblesini, hem ibadethanesini, hem de başka
bedenlerdeki ‘’eşini’’ arar ha arar…
Bu arayışın
hikayesidir Doğum Haritamız! Ve doğduğumuz an herşey yukarıda nasılsa, aşağıda
da öyledir…
Doğum dediğimiz
şey, Rabbin nefesinin maddeye bürünmesi ve bir beden aracılığıyla zaman ve
mekan alemine çıkmasıdır. Her insanın
doğum anı, doğum haritasında Güneş’in yeri ile sabittir. Zaten o da, kendini Güneş yani ‘’dünyanın ve
yaşadığı sistemin merkezi’’ zanneder! Ne
olsa kendine bilir… Ne yapsa kendinden bilir… Maddeden doğmuş ve Rab’den aldığı ışığı Dünyaya
yansıtmak için tasarlanmıştır. Ancak bu
aymazlık hali içersinde elle tutup gözle gördüğü şey ‘’beden’’ olduğu için,
kendisini Yaratan’a değil, Yanıltan’a kulak vermeye pek yatkındır…
Yanıltan, bizi
nasıl mı yanıltır J
Bir beden sahibi
olmanın verdiği hislerle yani Ay’la yanıltır; Hislerimizi biz zannederiz! Oysa,
onlar bizi bilinçten perdeleyen zanlardır.
Zihinle yani,
Merkür’le yanıltır; Algılarımızı ‘’gerçek’’ zannederiz! Elle tutulup gözle
görülen, somut değerlerden hareket ettiğimizi ileri sürerek böbürlenir ve kendi
aklımızı kimseninkine değişmeyiz üstelik!
Hırs’la yani Mars’la
yanıltır; Zaman ve mekanla sınırlı olduğu için bilincimiz ölüm korkusuyla
maluldür! Ayrılık, onu sonsuzluk ve tamlıktan kopardığı için, tek başına varlığını
nasıl devam ettirebileceğinin kaygısına düşmüştür ve hep bir savunma-saldırı
mekanizması ile hayatta kalmaya çalışır! Onu vareden bu mekan ve içinde yol
aldığı zaman aynı zamanda onu tehdit eden unsurlarla doludur. Hayatı boşuna bir
‘’mücadele’’ olarak görmez şu insan…
Arzuyla ve hazla,
yani Venüs’le yanıltır; bu hikayenin en ‘’seksi’’ yanıdır! Hatırlarsanız,
Uranüs’ün yani Evrensel Bilincin testislerini kesip okyanusa atar Satürn.
Gelgelelim o testislerin saçtığı yaratıcı tohumlardan Venüs ya da Afrodit doğar!
Aslı itibariyle, Yaratıcı İlham’dır ya da İlahi Aşk’tır… İnsanlara peşlerinden
koşacakları bir amaç, kendilerini adayacakları bir sebep verir… Ne var ki, madde alemine kapılmış insan neyi
beğense ona sahip olmak ister, yokluk korkusuyla yaşadığı için neye sahip olsa
hem tutmak hem çoğaltmak, hem de ihtiyacının üzerinde tüketmek ister, ne zaman
bir ilham alıp bir güzellik ya da işe yarar birşey üretse onu malı olarak görür
başkalarından sakınmak ve akışını yolunu belirlemek ister, neye sahip olamasa
veya elden kaçırsa onu kıskanır ve yoketmek ister…
İşte tam bu
aşamada ortalık Merkür ile yapılan planlar,
Ay ile düşülen heyecan ve hezeyanlar, Mars ile girişilen mücadelere boğulur…
Aynı nefesten, aynı çamurdan, aynı kaburga kemiğinden üremiş olanların hepsi, Yaratıcı
İlham’dan gelen güzellik ve bolluğa sahip olmak için duydukları arzuların,
tutkuların ve hırsların pençesinde zamanla, mekanla ve birbirleriyle savaş
ederler. Uygarlık tarihi dediğimiz hikaye, bu temanın farklı kurgularla kendini
tekrar ettiği bir masallar dizisi değil midir?
Güneş, Ay,
Merkür, Mars ve Venüs’e içsel gezegenler denmesinin sebebi, BENLİK duygusunun
şekillenmesine birebir katkıda bulunmaları yüzündendir.
Dışsal gezegenler
dediğimiz Uranüs, Pluto, Neptün, Satürn, Chiron ise mitolojide birinci nesil
tanrılar olarak geçen Titanlardır. Astrolojide
bu gezegenler bizim rehberlerimiz ve öğretmenlerimizdir. BENLİK algımızı
yeniden yapılandırmamıza yardımcı olurlar. Hem içsel gezegenlerle yaptıkları
açılarla onların titreşimini belirlerler, hem de zaman içinde haritaya
yaptıkları transitlerle bizi sınavlardan geçirirler. Metatron, Azrail, Mikail,
Cebrail gibi melekleri fazlasıyla andıran misyonları vardır… Çözünme ve Rabbin birliği içinde yokolmayı temsil eden, imanlı
ve kendini feda misyonunu birebir üstlenmiş görünen Neptün, adeta İsa
enerjisinin birebir tarifi gibidir…
İnsan hep
hikayesinin nereye varacağını bilmek ister! Nereden geldiyse oraya varacaktır…
Ama ister ki, kayda değer bir izi olsun zaman ve mekan aleminde. Herşeyi
kendinde biriktirmek, kendine mal etmek, kendiyle sınırlamak, kendine göre
şekillendirmek ister. Oysa ‘’Yanıltan’’ ve bu mekanın efendisi olduğunu her
fırsatta bize hissettiren Satürn, ya da ZAMAN bize en büyük dersi – Jüpiter’in
gelip kendisinin gözden düşmesi ile öğrendiği dersi – öğretir; ‘’Sen ne plan yaparsan
yap, Evren’in daima seninkinden daha üstün bir planı vardır!’’
Uranüs’ün bir
yıldırımı, bütün planları alt üst etmeye yeter! Tahmin edilemezlik faktörü her
zaman hayatın bir parçası olacaktır. ‘’Felaket’’ dediğimiz şeylerin, ne ‘’Mucize’’lere
gebe olduğunu, hangi acıların içinde Rabbin şefkatli elinin gizlendiğini görmez
bizim zaman ve mekanla bağlı gözlerimiz…
Venüs bizi
cezbeder, Satürn bizi yorar, Pluto bizi çizer, biz Mars’a sığınıp kükreriz! Ya
da Ay olup çekiliriz köşemize, depresyona gireriz. Reddederiz ışığı almayı ve
yansıtmayı…
Bir Chiron vardır
hepimizin haritasında… Hepimiz türlü acı çeker, ve bu acılar sayesinde
başkalarının halinden anlar, gönül dilinden bilir, mağrur hallerimiz için de az
da olsa eğik dururuz! Ama bazılarımız da
acıyı bir beden yapıp tutunur ona sımsıkı… Ne de olsa acı gerçektir, tanıdıktır!
Bizi ‘’yanıltmaz’’ mutluluk gibi…
Ama her haritada bir
Neptün olduğu gibi, her insanın içinde de bir ‘’Vicdan’’ vardır… Bazen bir
kahraman çıkartır içimizden, bazen bir şefkat timsali… Gerçi yapar eder, sonra
umduğumu bulamadım deyip pişman oluruz! ‘’Karşılıksız’’ sevgiyi taşımak – hatta
değil vermek, bazen almak, sindirmek, kadrini kıymetini bilmek dahi - zor gelir… Bulduk mu yere atar, üstünde
tepiniriz J Sonra bir
boşluk hissederiz etrafımızda… Onun kabahatini dahi küstürdüğümüz ele yükleriz!
Yine de, bir
hikayenin dersini anlamak için, daima çıkış noktasına bakmak gerekir! Bu alemde Yaratan'ın varis tuttuğu ilk kişi, Adem ya da Jüpiter’dir! Yoldan çıkmaya yatkındır insan da tıpkı ‘’Babası’’
gibi. Ama içinde gerçeğin tohumları ekilidir. Jüpiter’in temsil ettiği Umut ve
Bilgelik’tir bu dünyanın en güzel mevyası… Ona sırtımızı döndüğümüz, o
tohumları büyütüp yeşertmeyi, onların meyvalarıyla kendimizi ve başkalarını beslemeyi
reddetiğimiz zaman, yolu kaybederiz.
Vicdan'ın sesi içimizden, Umud'un ışığı yolunuzdan
eksik olmasın…
Ümit Yaşar OĞUZCAN'ın muhteşem sözleriyle Avni ANIL bestelemiş... Nesrin SİPAHİ de şakımış;
''Bir Ateş'im Yanarım
Külüm Yok Dumanınm Yok
Sen Yoksan Mekanım Belli Değil
Zamanım Yok
Fırtınalar İçinde Beni Yalnız Bırakma
Benim Senden Başka Sığınacak Limanım Yok''
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder